SANRILAR, İLLÜZYONLAR ve HEZEYANLAR

İnsanı Anlama Sanatı — Alfred Adler — IV

Abdulkadir Kaplan
16 min readMay 17, 2021

İndex

Giriş

I. BÖLÜM: GENEL BİLGİ

Sonraki yazının konusu: “3. ÇOCUK ve TOPLUM”

İçindekiler

  1. Sanrılar, İllüzyonlar ve Hezeyanlar
  2. DIŞ DÜNYADAN KAYNAKLANAN İZLENİMLERAlıntılar

SANRILAR, İLLÜZYONLAR ve HEZEYANLAR

Bu yazıyı Adlerin yazmış olduğu bu kitabın “Dış Dünyadan Kaynaklanan İzlenimler” bölümünü okuduktan sonra, halen üzerinde çalıştığımız bir proje ile ilgili, bu bölümün ilişkilendirebildiğim bir alt bölümü hakkında, daha doğrusu o bölümden elde ettiğim bilgiler ışığında hazırlamaya çalıştım.

Sanrılar (Uyanıkken rüya görmeler), yanılsamalar(illüzyon), hezeyanlar… Bunlar insanların kendi durumlarını habire düşünüp durmasından kaynaklanan olaylardır. Yoğun, çok yoğun düşünceler, insanlarda bu durumların oluşmasına neden olurlar.

Bir kaç gün önce, bir proje ve teklif dosyasının hazırlık çalışmaları çerçevesinde proje üzerinde çalışan bir arkadaşıma şunu sormuştum: “Bu proje üzerinde çalışırken sizi başarısız kılabilecek, sizi başarısızlığa itebilecek konular nelerdir?

O benim böyle bir konuyu bir proje ve ilgili teklifin bir konusu yapmama ve sunum sırasında bu konunun muhatapların önünde kendi adımıza ele alınıyor olmasını doğru görmemiş ve itiraz etmişti. Demişti ki: “Bu durumu bu şekilde onların önlerinde sunum sırasında ele almak bizim aleyhimize bir durum oluşturur.

Neden öyle düşündüğünü sordum. Söyle dedi:

“Biz niçin kendimize ait azı aksaklıkları, yanlışlıkları bu insanların önünde konu yapıp konuşalım ki?”

Ben de dedim ki:

Aslında doğru söylüyorsun. Bizim ekip arkadaşlarımızın bireysel olarak sahip oldukları hataları birer birer ortaya dökmek sizin menfaatinize olmaz. Ama sizi bu konuda başarısız kılabilecek konuların neler olduğunu biliyor olmanız sizi muhataplarınızın karşısında alçaltmaz. Ve sizi başarısız kılabilecek konular da sadece bizzat sizin kişisel dünyanızı ilgilendiren konular değildir. Hatta daha doğrusu bu konuları kişilere indirgeyerek ele almaktan da bahsetmiyorum ben zaten.

Neden bahsediyorsun?

Konuyu genel çerçevede ele alabiliyor olmanızı istiyorum…. demiştim.

Şimdi burada Adlerin ilgili düşüncelerini de ele alarak o konuşmama devam ediyorum:

Sizi başarısız kılabilecek en önemli konular olarak aslında ben burada kitaptan alıntılar yaparak ele aldığım konuları görüyorum. Yani sizin sanrılar, illüzyonlar, hezeyanlar içinde olmanız, bu durumlara düşmeniz sizin için çok ciddi bir olumsuzluk oluşturacaktır. Sizin halen böyle olduğunuzu söylemiyorum. Ama şayet öyle bir duruma düşerseniz diye… düşmeyesiniz diye önlem olsun diye… Belki de sizin karşınıza çıkabilecek bundan daha önemli daha acil ele alınması gereken, dikkat edilmesi gereken bir başka konu da olduğunu düşünmüyorum.

Şu halde sizin ne yapıp edip bu konuyu kendiniz için, tek tek ele alıp, ekip olarak bu durumlara düşmemeniz gerekiyor.

Peki sizin bu duruma düşmenizi ne gerektir? Bunun önünü ne açar?

A. Adler’in ifadelerinden de çok rahat anlaşılabileceği gibi, bir insanın kendisi hakkında çok yoğun düşüncelere kapılması, devamlı kendisi hakkında bir durumu düşünmeye devam ediyor olması onda sanrılar meydana getirir. Bunun bir adın ötesi illüzyonlar görmeye başlar. Bundan daha da ağırı artık o düşünceler çerçevesinde hezeyanlar yaşamaya başlar. Yani düşünceleri kendisi üzerine, kendi dertleri, sıkıntıları ve problemleri üzerine o kadar yoğunlaşır ki gerçek olmayan şeyleri gerçekmiş gibi algılamaya ve o algı doğrultusunda konuşmaya ve hareket etmeye başlar.

Eğer bir insanı bu duruma götürecek ufak ufak sebeplerin önü derhal kesilmeyecek olursa, bu sebepler bir gün onun bu duruma düşmesine yol açacaktır.

Peki nedir o küçük küçük sebepler?

İnsan kendi kendisi ile alakalı bir konuda konuşmaya ve yorumlar yapmaya başlaması ile, oluşan durumlardan manalar çıkarıp, o manalar doğrultusunda yargılara varıp, bunların doğruluğunu hiç teyit etmeden, o yargıları besleyecek argümanlar geliştirmeye başlar. İşte bu argüman geliştirme konusu nihayetinde onu sanrılar, sonra illüzyonlara ve sora da hezeyanlara düşürür.

Küçük küçük de olsa sizi buna götürecek şeyler dikkatlice ve kesinlikle derhal, hiç vakit kaybetmeden ele alınmalı ve derhal temizlenip silinip atılmalıdır bu düşünceler.

Aslında önemli olan konu bu tür küçük şeylerin hiç ortaya çıkmasına bile izin vermemektir.

Nasıl?

Bir insanın “kendi kendini çok fazla düşünmeye başlaması ve akabinde kendi kendine içinden konuşmaya başlaması”, ancak o düşünülen konunun bir istişare ortamında veya bir toplantıda ele alınmayacağı durumlarda veya kişinin öyle olduğunu düşünmeye başladığı anlarda ortaya çıkan bir sonuç olur.

Ama insanın haftanın belli bir gününde bir toplantı olacağını ve orada her türlü düşüncenin rahatlıkla ele alınacağını biliyor olması, onun durumu gündemine not almasını ve o toplantı sırasında konuyu ortaya koymasını sağlar. Daha önceden artık bunu düşünmesine gerek olmadığını kendisine söyleyebilir ve düşünmemeyi başarabilir.

Bazen öyle olduğu halde, yani o toplantılar yapılıyor olduğu halde, insanlar o toplantıları beklemeden kendileri o konu hakkında düşünüp kararlar vermeye yine de başlayabilirler.

Bunun önüne ise öyle yapılmaması gerektiği, konuların toplantı sırasında, saygı ve sevgi sınırları içinde ele alınıyor olması konusunda yapılacak tahşidatlar (önemle ve özellikle vurgulamalar, hatırlatmalar) ile geçilebilir.

Ama her şeyden önemli olan ise, bir insanın bu tür sanrılara düşmesine engel olacak en önemli konu ise, gerçekten o toplantılarda konunun gerçek anlamda saygı ve ciddiyetle ele alınıyor olmasıdır. Küsmeden, tavır koymadan. Bize ne kadar yanlış geliyorsa gelsin bir durum, değil mi ki o toplantının bir konusu bu ve bir karar kabul veya ret sistemi var, herkesin gönülden onayladığı bir sistem, o halde o sistem çerçevesinde bu konular kabul veya ret edilebilir. Bu duygu, bizim de bu yaklaşıma sahip çıkıyor olmamız ve işlediğine inanıyor olmamız bizim kendimiz için sanrıları, illüzyonları ve hezeyanları yok edici etkisi olan en önemli bir ilaçtır.

Adler ilgili bölümde bu konu hakkında bir kaç hastası ile ilgili durumu anlatıyor. Babasının ve annesinin istemediği birisi ile evlilik yapan bir kadının kendi kendine düşünmeye başlaması ve yargılar ortaya koymaya başlamasına sebep olur anne ve babasının durumu. Çünkü onlar o çok sevdikleri kızları ile ilişkiyi evliliği sonrasında tamamen keserler ve kız da çok sevdiği babasının bu şekilde yapıyor olmasına karşın kendi içinden konuşmaya başlayarak hayatını altüst eder. Sanrılar ve illüzyonlar görmeye başlar. Ne anne babanın böyle yapıyor olması, ne de o kızın kendisine böyle davranılması durumunda olayları bu raddeye getirecek tavır ve davranışlara girmesi kabul edilemez. Doğru değil bunlar. İnsan kendi durumunu sanki bir başkası karşısında duruyormuş gibi ele alabilmeli ve o duruma düşmemek için gereken ne ise onu yapmaya çalışmalı. Ama tüm bunlar “bilmekle” alakalı bir durum. Okumuş olmakla alakalı bir durum. Bilen insan kendisine o durumda nasıl davranılması gerektiği konusunda bir fikir geliştirebilir. Bilmeyen ise kendi içindeki sesler ile başbaşa kalıverir.

Bu durumda tarafların genellikle yapacakları şey kendilerini savunmaya ve karşı tarafı suçlamaya başlamaları olur. Halbuki yapılması gereken “empati” kurabiliyor olmaktır. Anne ve babanın “eğer biz aynı şeyi yapıyor olsaydık” ne olurdu, kızın ise “eğer ben anne ve baba olsaydım nasıl davranırdım” diye düşünmeye başlamaları belki de işin bu raddeye gelmesinin önüne geçecektir.

Çoğu kere bu konularda arkadaşlarım ile konuşurken artık fikir birliğine vardığımız bir durum var. Bunu başarabilmenin en etkili yolu, insanın “mertlik” kavramı konusunda çok ciddi bilgilendirilmiş olması. Hem başkalarına karşı hem de kendi kendisine karşı mert tavırlar, hakkaniyet ve adalat içinde yaklaşımlar insanın bu duruma düşmesine engel olabilir.

Kurumlar, kuruluşlar, ekipler eğer yıkılıyorlarsa, yok olup gidiyorlarsa, bunun altında mutlaka bu konular vardır: Sanrılar, illüzyonlar ve hezeyanlar.

Dolayısı ile bir projeyi teknik olarak idare etmek ne kadar önemli ise o ekibin psikolojik olarak idare edilebilmesi de bir o kadar önemlidir.

Bir insanın sanrılar ve diğer ikisine maruz kalmasını engelleyecek en önemli konulardan birisi de insanın kendisini uzun uzun düşünecek kadar boş vakte sahip olmasına engel olabilmektir.

(İnsanların kendi kendilerini düşünmek için vakit ayırmalarının doğru olduğu anlar vardır. Mesela Müslümanlar için gecenin bir vakti, ortalıkta kimse yokken, her yer sessizken, birisinin kalkıp namaz kılıyor olması ve arkasından oturup ellerini açıp Allah ile konuşmaya başlaması. Ona içini dökmesi. Acz ve zaaf içinde olduğunu kabul etmesi, O’nun dertleri karşısında bir yardım göndermesini istemesi... İşet bu konuşma aslında tam bir “meditasyondur”.

Zaten başka dinler ve felsefeler de insanın düzenli olarak böyle bir meditasyon sürecinden geçiyor olmasını önermektedirler.

Önemli olan bu sürecin, kontrollü olması. Ağlayıp sızlama için değil, bir çözümü arama yolu olarak görülmesi… Çözümü getirecek en açık bir durum ise, durumun olduğu gibi belki sesli olarak düşünülmesi ve nerede hangi hataların olduğunu ve bu hatalar karşısında ne gibi adımların atılmasının gerekliliğinin düşünülüyor olmasıdır. Bu mırıldanmalar aslında tam olarak sağlıklı düşünebilmeyi de beraberinde getirecektir.)

Yani onu kendisi ve etrafı için faydalı projeler içinde meşgul edebiliyor olmak, onun bu arızalara maruz kalmasını engeller.

Çünkü bu arızaların temelinde yatan konu insanın “boş kalması” ve o boşluklarda “kendisini çok fazla düşünmeye” vakit ve fırsat bulmaya başlamasıdır.

Temel ihtiyaçlarının dışında, diğer ihtiyaç olarak adlandıracağı ve olmadığında “yoksunluk duygularına kapılmasının” önüne geçilebildiği sürece insan kolay kolay bu arızaların içine düşmez. (İnsan istediği, sahip olmayı arzuladığı bir şeye sahip olamayabilir. Bu onda bir “keşke” düşüncesi oluşturabilir. Bu da iyi bir şey değil ama olabilir. Yanlış olan insanın “ağır bir yoksunluk hissi” duyuyor olması ve içine kapanıp orada kendi kendine yaşamaya başlamasıdır. )

İnsanın kendisini düşünmesine yoğun proje çalışmaları engel olabileceği gibi hayata bakış açısı ve değer yargısı olarak ona kazandırılabilecek bir başka konu da ona bu konuda çok yardımcı olacaktır: İnsanın hayatı yaşarken başkalarını düşüne düşüne yaşamaya alışması. Yani başkalarının dertlerini önemsemesi ve onlar için bir çözüm bulma çalışmaları içinde vaktini harcayabiliyor olması.

Adler bunu çok açık ve yalın olarak şu şekilde ifade ediyor:

“Hatta toplumsal ilgisini insanlardan çekip cansız ya da önemsiz nesnelere yöneltmeye zorlayarak, bir insanı düpedüz yıkıma sürükleyebileceğimizi söyleyebiliriz.” Alfred Adler.

Ama sizin de görebileceğiniz gibi bu tamamen bir yaşam felsefesi ile ilgili bir durumdur.

Çoğu kimse buna itiraz edebilir. Neden biz başkalarını düşüne düşüne yaşayalım ki diyebilirler. Olabilir. Eğer kendinizi içine düşebileceğiniz bu sanrılar, illüzyonlar ve hezeyanlardan kurtarabileceğinizden eminseniz, başkalarını değil kendinizi düşünmeye odaklanabilirsiniz. Ama hayat bu, bu hezeyanların insanın kapısını ne zaman çalacağı belli olmaz. Çaldı mı da hem açmamak hem de açıldıktan sonra onu bir daha kapatabilmek çok zor olacaktır.

Alfred Adler’e ve düşüncelerine sonsuz saygılarımı iletirim. Onun anısına ithaf ediyorum tüm yazdıklarımı…

Alıntılar

DIŞ DÜNYADAN KAYNAKLANAN İZLENİMLER

  1. Genel Olarak Dünya Görüşü
  2. Dünya Görüşünün Oluşumunda Rol Oynayan Etkenler
  • Algılar
  • Anılar
  • Düşünce ve Tasarımlar

3. Hayal Gücü

4. Düşler (Genel Bilgi)

5. Özdeşleşme

6. Bir İnsanın Bir Başkası Üzerindeki Etkisi: Hipnotizma ve Telkin

  1. Genel Olarak Dünya Görüşü

Çevre üzerinde bir egemenliğin kurulmasını sağlayan organlar arasında özellikle duyu organları, çocuğun dış dünyayla bir daha çözülmeyecek gibi sıkı ilişkiler kurmasına olanak verir. Bir dünya görüşünün oluşturulmasına katkıda bulunan organlardır bunlar.

  • İçlerinde göz, baş köşede yer alır. İnsan, izlenimlerini gözle algılayabildiği dünyadan edinir daha çok; gözle algılanabilen dünya, çocuğun deneyim sahibi olabilmesinde temel kaynaktır.
  • Zamanla dünyanın görsel bir tablosu doğup çıkar ortaya ve bu tablo eşsiz bir önem taşır, çünkü hiç değişmeyen kalıcı nesneleri çocuğa buyur eder.
  • Oysa kulak, burun, dil ve büyük ölçüde deri gibi öteki duyu organlarının emrinde çoğunlukla geçici uyarı kaynakları bulunur.
  • Bazı durumlarda işitme organı ötekilerden daha büyük bir güçle öne çıkar ve dünyanın algılanabilmesine yönelik ruhsal bir yetinin çocukta oluşumunu sağlar (akustik ruh).
  • İlgileri yalnızca devinim üzerinde toplanan insanlara ise seyrek rastlanır.
  • Koku ve tat alma duyularının ötekilerden daha güçlü olması, yine değişik tipte insanlar çıkarır karşımıza.
  • Özellikle koku alma duyuları fazla hassas olanların durumları günümüz uygarlığında pek imrenilecek gibi değildir.
  • Öte yandan, azımsanmayacak sayıda çocukta devinim organları önemli rol oynar.
  • Böyleleri büyük bir devingenlikle gözlerini dünyaya açarak sürekli devinim içinde yaşar ve ileride de hep etkinlik peşinde koşup dururlar; akılları fikirleri, başarılabilmesi kasların devinim durumuna geçirilmesini gerektiren işlerdedir hep.

Dolayısıyla, bir insanı anlamak istiyorsak, onun yaşamla ilişkisini en çok hangi organa dayanarak kurduğunu bilmemiz gerekir.

  • Çünkü ilişkilerin tümü önem taşır bu konuda ve dünya görüşünün oluşumunda, dolayısıyla çocuğun ilerideki gelişiminde rol oynar.

2. Dünya Görüşünün Oluşumunda Rol Oynayan Etkenler

İnsan ancak kendisince benimsenmiş amacın istediği şeyi, onun istediği doğrultuda değerlendirme konusu yapar. Ruhsal yaşamının bu yönünü anlamak için, insanın gizli amacı konusunda bir fikir sahibi olmamız ve insandaki her şeyin bu amacın etkisi altında bulunduğunu bilmemiz gerekir.

a) Algılar:

  • Salt fiziksel bir olaydan çok daha fazla bir şeydir algı, ruhsal bir işlevdir; dolayısıyla, neyi nasıl algıladığına bakarak bir insanın iç dünyasıyla ilgili çok önemli sonuçlar çıkarabiliriz.
  • Görülen her şeyin algılandığı da söylenemez; aynı nesneyi gören iki kişiye neler algıladıklarını sorduk mu; birbirinden büsbütün değişik yanıtlar alırız.
  • Kısaca, bir insanın neyi nasıl algıladığı, onun kendine özgülüğünü oluşturur.
  • İlgili izlerden (algıların oluşturduğu izlerden) de tasarımlar ve anılar dünyası doğup ortaya çıkar.

b) Anılar:

  • Dış dünyayla ilişkilerini ruhunda bir araya toplayan insan bunlara bir çeki düzen verir; bir uyum organı olarak çalışan ruh, bireyin güvenliği açısından gereken ve onun varlığını sürdürmesini sağlayan tüm yetenekleri geliştirmek zorundadır.
  • Ancak bellekte birtakım anıların varlığıdır ki, insanın gelecek için önlemler alabilmesini sağlar.
  • Kendi halinde anılar diye bir şey yoktur. Bir anının önemi konusunda yargıya varabilmek için, o anının temelinde yatan son amacı bilmemiz gerekir.
  • Niçin kimi nesneleri anımsadığımız, kimilerini anımsayamadığımız önemli bir noktadır.
  • Kalıcı bir anı, isterse bir yanılgıdan kaynaklansın ve çocuklukta sık sık görüldüğü gibi tek yanlı bir yargıyı içersin, varılması düşünülen son, amaca yararlı nitelik taşıyorsa, bilinç alanından kaybolup, insanın davranış, duyuş ve görüş biçimine dönüşebilir.

c) Düşünce ve Tasarımlar:

  • Tasarımdan anladığımız şey, bir algının kendisine kaynaklık eden nesneden bağımsız olarak zihinde yeniden diriltilmesidir.
  • Bir kez gerçekleşmiş olan ve ruhun yaratıcı gücünün damgasını taşıyan bir algının yinelenmesi gibi bir olay söz konusu değildir; insanın tasarladığı bir algı yine onun kendine özgülüğünden kaynaklanan bir biçimi içerir, ona özgü bir sanat eseri niteliğini taşır.
  • Sanrı, ruhsal gerilimin alabildiğine büyük boyutlara ulaştığı, insanın amacından itilip uzaklaştırılacağı korkusuna kapıldığı durumlarda ortaya çıkmaktadır.
  • Alabildiğine büyük bir sıkıntının yol açtığı gerilim, tasarım gücünü zorlayıp insanın o andaki zor durumdan çıkarak kesinlikle hoşnutluk verici bir duruma geçmesini sağlamaktadır.
  • Yanılsama da (illüzyon) sanrının benzeri bir olaydır. Sanrıdan ayrıldığı nokta, kendisine yol açan somut nesnenin dış dünyada varlığıdır; ne var ki, bu nesnenin kişiye özgü biçimde yanlış değerlendirmelere konu yapıldığı görülür; örneğin Goethe’nin Erilkönig adlı şiirinde böyledir.
  • Ne var ki, gerek sanrının, gerek yanılsamanın dayandığı temel, insanın ruhsal bakımdan içinde bulunduğu güç durumdur.
  • Öz bakımından hezeyanlarla sanrılar arasında bir benzerlik vardır. Bilindiği üzere, içkiye bağlı hezeyanlardaki normal sanrı biçimi, farelerin ya da birtakım kara hayvancıkların göze görünmesidir. Bunun yanı sıra, hastanın işi gücüyle ilgili diğer bazı sanrılarla da karşılaşılabilir.

Burada Aşağıdaki “SANRILAR, İLLÜZYONLAR ve HEZEYANLAR” başlığı altında bazı notlar aldım.

3. Hayal Gücü

Hayal gücü de organizmanın devingenliğine bağlıdır ve bizzat söz konusu öngörünün belirli bir şeklinden başka bir şey değildir. Çocuklar ve erişkinlerdeki “gündüz düşleri” diye de nitelenen düşlemlerin [fantezilerin] tümü insanın kendine özgü bir öngörüyle kurmaya çalıştığı ve ulaşmak için çaba harcadığı geleceğe ilişkin tasarımlardır.

  • Çocukların kurduğu düşlemleri incelediğimiz zaman, bunlarda güçlülüğün önemli bir öğe olarak geniş bir yer tuttuğunu görürüz.
  • Düşlemlerin çoğu, “Bir gün büyüyünce” gibi sözlerle başlar.
  • Beri yandan, hâlâ ileride büyüyeceklermiş gibi yaşayan erişkinler vardır.
  • Güç etkeninin kendini belirgin biçimde açığa vurması, ruhsal yaşamın ancak ulaşılmak istenen bir amacın saptanması durumunda gelişebileceğini göstermektedir.
  • Uygarlığımızda ise söz konusu amaç saygınlık’ tır.
  • Nesnel amaçlar söz konusu değildir asla, çünkü insanların toplumsal yaşamı sürekli bir boy ölçüşmenin eşliğinde gerçekleşir, bu da insanlarda bir üstünlük isteğinin ve yarıştan zaferle çıkma özleminin uyanmasına yol açar.
  • Dolayısıyla, çocukların düşlerinde rastladığımız öngörü biçimleri her zaman güçlülük tasarımlarından oluşur.

Yukarıda söylediklerimiz çok sayıda insan için söz konusudur; ancak bazı kişilerde durum değişik olabilir.

  • Hayata düşman gözüyle bakan çocukların öbür çocuklardan daha gelişmiş bir hayal gücüne sahip olacağı düşüncesi akla yakın görünmektedir; böyle çocuklarda öngörü daha aktif durumdadır.
  • Dolayısıyla, hayatta birçok kötü olayla karşılaşmış güçsüz çocukların hayal gücü üstün düzeydedir; böylesi çocuklar, düş kurup dururlar hep.
  • Gelişimleri ileride öyle bir noktaya varır ki, hayal güçlerinin yardımıyla gerçek yaşamdan kendilerini sıyırıp almaya bakar, yaşamın mahkûm edilmesinde hayal güçlerinden adeta bir araç gibi yararlanırlar.

Ne var ki, düşlemlerde, güç etkenini saptamamızın yanı sıra, toplumsallık duygusunun da büyük rol oynadığını görürüz.

  • Çocuk düşlemlerinde asla yalnız çocuğun güçlülük özlemi dile gelmez, aynı zamanda bu güçten başkaları da yararlandırılır.
  • Çocuğun kendine bir kurtarıcı gözüyle baktığı, kendini başkalarının yardımına koşan, insanlara zararlı bir canavarın hakkından gelen biri olarak tasarladığı düşlemleri buna örnek verebiliriz.
  • Sık rastlanan bir düşlemde de çocuklar kendilerini büyüten değil, bir başka ailenin çocukları olduklarını hayal ederler.
  • Oğlan çocuklarına yakışacak davranışlarda bulunan ya da giysiler giyen kız çocukları vardır.
  • Bazı çocuklar da vardır, yeteri kadar bir hayal gücüyle donatılmadıklarından yakınılır hep.
  • Gerçeğe uyum sağlamak için harcanacak yoğun çaba karşısında kimi çocuklar düşleme, erkeklikle bağdaşmaz ya da çocuksu bir şey gözüyle bakar, onları yanlarına yaklaştırmak istemezler. Düşlemlere sırt çevirme konusunda o kadar ileri giderler ki, sanki hayal gücü denen şeyden hiç nasiplerini almamışlardır.

4. Düşler (Genel Bilgi)

Yukarıda anlatılan ‘gündüz düşleri’nin [daydream] dışında çocukluğun çok erken bir döneminde, gözlemlenen bir başka ruhsal olay vardır ki, büyük bir etki gücünü içerir.

  • Uykuda görülen düşlerdir bunlar. Genellikle gündüz düşlerini yaratırken çocuk ruhunun başvurduğu yöntem, gece düşlerinde de karşımıza çıkar.
  • Deneyim sahibi eski psikologlar, düşlerinden yola çıkılarak bir insanın karakterinin saptanabileceğine dikkati çekmişlerdir.
  • Nasıl ki gündüz düşleri ileriyi görme isteğinin eşliğinde gerçekleşen olaylarsa, nasıl insanın geleceğe doğru kendine bir yol açma ve açılan yolu güvenle izleme uğraşı içinde bulunduğu zaman ortaya çıkıyorsa, uyurken görülen düşlerde de durum aynıdır.
  • Düşler, ruhsal yaşamı incelerken bize önemli ipuçları sağlar; bunların da neler olduğuna ileride değineceğiz.

5. Özdeşleşme

Hep geleceğin sorunlarıyla yüz yüze gelmelerinden ötürü devingen organizmalar için kaçınılmaz bir zorunluluk olan ileriyi görme işlevini yerine getirirken, ruhsal organ, yalnızca gerçekteki değil, gelecekte baş gösterecek bir şeyi de hissetme ve sezme gibi bir yetenekten yararlanır. Bunu özdeşleşme diye nitelemekteyiz.

  • Kendimizi konuştuğumuz kimsenin yerine koyamıyorsak, başkalarıyla ilişki kurmamız düşünülemez.
  • Tiyatroda özdeşleşme, özel bir sanatsal kılığa bürünür.
  • Bazen insanların içinde tuhaf bir duygunun uyanması, bir başkasının başına gelecek bir felaketi önceden sezmeleri de yine özdeşleşmeyle açıklanacak olaylardandır.
  • Ayrıca, bir kimsenin yüksek bir apartman katında cam sildiğini ya da bir konuşmacının konuşmasının tam orta yerinde duraklamak gibi bir talihsizliğe uğradığını gördüğümüz zaman içimizde beliren duyguları da özdeşleşmenin örnekleri arasında sayabiliriz.
  • Kısaca, tüm yaşantımızla, özdeşleşme arasında sıkı bir bağ vardır.
  • Bu işlevin nereden kaynaklandığını, kendini sanki bir başkasıymış gibi hissetme gücünün nasıl bir kökene dayandığını araştırırsak, bunu insanda doğuştan var olan toplumsallık duygusuyla açıklamak gerektiği sonucuna varırız.
  • Öyle çocuklarla karşılaşırız ki, oyuncak bebeklere sanki canlıymış gibi davranırlar; bazı çocuklar da görürüz, bebeklere karşı duydukları bütün ilgi, içlerinde ne olduğunu anlamaktan öteye geçmez.
  • Hatta toplumsal ilgisini insanlardan çelip cansız ya da önemsiz nesnelere yöneltmeye zorlayarak, bir insanı düpedüz yıkıma sürükleyebileceğimizi söyleyebiliriz.
  • Kimi çocuklarda karşılaşılan hayvanlara eziyet etme gibi davranışların tek nedeni, kendileri dışındaki varlıkların duygularıyla en ufak bir özdeşleşme gücünden yoksunluklarıdır. İleride böylesi çocuklar, bir toplumun üyesi olmalarını sağlayacak gelişimleri açısından hiç önem taşımayan nesnelere ilgi gösterir, başkalarının çıkarlarını asla umursamaz, yalnızca kendilerini düşünen kişilere dönüşürler.
  • Nihayet özdeşleşme yetersizliği kişiyi öyle bir duruma sürükler ki, toplumsal işbölümünde üzerine düşeni yapmaya bir türlü yanaşmak istemez.

6. Bir İnsanın Bir Başkası Üzerindeki Etkisi: Hipnotizma ve Telkin

Bir insanın nasıl olup da bir başkasını etkileyebileceği sorusuna bireysel psikolojinin verdiği yanıt, burada da yine birbiriyle ilişkili durumların rol oynadığı yolundadır. Tüm yaşamımız, insanların birbirini karşılıklı etkileyebileceği varsayımına bağlı olarak akıp gitmektedir. Söz konusu etkileşim, bazı koşullarda, örneğin öğretmen ve öğrenci, anne baba ve çocuk, karı ve koca arasında gayet belirgin bir nitelik taşır.

  • Bir başkasını etkilemenin en iyi yolu, o kişiyi, hak ve çıkarlarını garanti altına alınmış hissedeceği bir ruh durumuna sokmaktır.
  • Toplumun etkisinden kaçmak da, insanların durup dururken başvurduğu bir davranış değildir; önce ilgili kişilerin uzunca bir savaşımı sürdürmesi ve bu arada çevreyle ilişkilerinin giderek kopması, dolayısıyla toplumsallık duygusunun tamamen karşısında yer almaları gerekir. Bu tür kimseleri etkilemek güç ya da olanaksızdır. Her etkileme girişimi böyle kimselerce bir karşıt girişimle yanıtlandırılır, dolayısıyla komik bir durum çıkar ortaya (muhalefet ruhu).
  • Dışarıdan gelecek baskının çocuktaki tüm diretmeleri silip götürdüğüne, dolayısıyla görünürde bütün etkilerin çocuk tarafından benimsenip, onların gösterdiği doğrultuda davranıldığına tanık olduğumuz pek çok vaka vardır. Ne var ki, böyle bir uysallığın hiçbir değer taşımayıp, verimli bir sonuç sağlamadığı çok geçmeden kendini açığa vurur.
  • Bazen söz konusu uysallık o kadar tuhaf bir şekil alır ki, yaşama gücünden yoksun bırakır insanı (körü körüne söz dinleme); adeta ortada biri vardır da hangi davranışlarda bulunması, hangi adımları atması gerektiği kendisine emredilsin diye bekler durur hep. Bu tür çocuklar arasından ileride öyle insanlar çıkar ki, kendilerini otoriteleri altına alan herkesin sözünü dinler, hatta emir üzerine suç ve cinayet bile işleyebilirler; tek başına bu durum, aşırı derecede itaatin ne gibi bir tehlikeyi içerdiğini ortaya koyar.
  • Ama yalnızca normal etkileme durumlarını göz önünde tutarsak diyebiliriz ki, etkilenmeye ve kendileriyle bir anlaşma zemininin kurulmasına en elverişli kimseler, toplumsallık duyguları en az baskı altına alınanlar, en elverişsizleri ise yükselme eğilimleri ve üstünlük özlemleri gayet yüksek bir düzeye ulaşanlardır.
  • Dolayısıyla, bir kişinin eğitilebilirlik derecesi, o kişinin güçlülük için harcayacağı çabayla ters orantılıdır. Durum böyleyken, bizim aile çevresinde çocuklar üzerinde uyguladığımız eğitim, çocuktaki hırs duygusunu özellikle kamçılamaya ve kafasında büyüklük düşünceleri uyandırmaya yönelik bir nitelik taşır. Bu durum, bir düşüncesizliğin eseri değildir; büyüklük eğilimini içinde barındıran uygarlığımız, aileleri söz konusu davranışa iter; dolayısıyla uygarlığımız gibi aile için de önemli olan, bireyin son derece büyük bir görkem içinde hayatta yerini alması ve elden geldiği kadar başkalarının önüne geçmesidir.

İçlerindeki mutlak itaat eğilimine uyarak, çevresinden kendilerine yöneltilen istekleri geniş ölçüde karşılayan kimseler ne durumda bulunuyorsa, hiptonize edilen deneğin de durumu ondan farksızdır.

  • Beri yandan, öyleleri vardır ki, hipnotize olmamak için direnir, gelgelelim ruhunda gizliden gizliye bir itaat eğilimi yaşar.
  • Yani hipnotizmada bütün iş yalnızca deneğin ruhsal tutumuna bağlıdır.
  • Hipnotizmaya inanıp inanmamasıyla ilgili sözleri hiçbir önem taşımaz.
  • Bu gerçeğin göz önünde tutulmayışı büyük karışıklıklara yol açmıştır; çünkü görünürde, hipnotizmada çokluk hipnotize olmaya direnir ama sonunda hipnotizörün isteklerini yapmaya eğilimli insanlar buluruz karşımızda.
  • Söz konusu eğilimin sınırları insandan insana değişir, dolayısıyla hipnotizmadan elde edilecek sonuçlar da her insanda değişik olacaktır.
  • Ama bir kişinin hipnotize edilebilirlik sınırı hiçbir zaman hipnotizörün iradesine bağlı değildir, söz konusu sınırı sadece ve sadece deneğin ruhsal tutumu belirler.
  • Ancak bir kimsenin bir başkasının etkisini eleştirisiz benimsemeye eğilim göstermesi durumunda, hipnotizma gibi kendine özgü bir uyku durumu ortaya çıkar; öyle bir uyku ki, kişideki devinim gücünü normal uykudan daha büyük ölçüde saf dışı bırakır ve sonunda hipnotizöre deneğin devinim merkezlerini harekete geçirme olanağı sağlar.
  • İnsanoğlu başkalarının boyunduruğu altına girmek konusunda, içinde öylesine büyük bir eğilimi barındırıyor ki, hipnotizör pozuyla ortaya çıkan bir kişinin kurbanı olabiliyor; bunun da tek nedeni, insanların çoğunun körü körüne itaat etme, otorite karşısında boyun eğme, blöflere kapılma, istenen yöne çekilip götürülme, eleştirisiz teslimiyet gösterme gibi ruh durumlarını şimdiye kadar sık sık yaşamış olmalarıdır.
  • Telepati ve hipnozla uğraşan hiç kimse yoktur ki, çalışmalarında şansları uzun süre yaver gitmiş olsun. Hepsi de eninde sonunda öyle bir deneğe toslamıştır ki, bu denek tarafından düpedüz bozguna uğratılmışlardır. Etki güçlerini denekler üzerinde denemek isteyen birçok ünlü bilim insanı böyle bir durumla karşılaşmıştır.
  • Ama bir kimse her şeyi kendisi düşünüp taşınıyor, alacağı kararları bir başkasının kendisine dikte ettirmesine pek yanaşmıyorsa, kuşkusuz böyle bir kimse asla hipnotize edilemeyeceği gibi, telepati denilen fenomene de asla konu olmayacaktır. Çünkü gerek hipnotize edilebilirlik, gerek telepati, körü körüne itaatten kaynaklanan olaylardır.

Sırası gelmişken telkin olayına da değinmek yerinde olacaktır. Telkini anlamanın tek yolu, onu sözcüğün en geniş anlamıyla izlenimler arasına katmaktır.

  • Pek doğal olarak insan dışarıdan yalnızca izlenimler edinmez, bunların etkisinde de kalır.
  • İzlenimlerin dışarıdan alınması pek önemsenmeden geçilecek bir olay değildir, alınan izlenimlerin daha sonra insanda etkilerini sürdürdüğü görülür.
  • Söz konusu izlenimler bir başkasının bir kişiyi belirli bir şeye inandırma, onu bir konuda ikna etme girişimleri ise, bu durumda bir telkinden söz açabiliriz.
  • Söz konusu izlenimler, bir kimsede açık seçik öne çıkan bir görüşü değiştirmeye ya da pekiştirmeye yöneliktir.
  • İşin güç yanı, dışarıdan gelen izlenimlere insanların değişik yanıtlar vermesidir. Telkin yoluyla sağlanacak etkinin büyüklüğü de yine ilgili kişinin özgürlük derecesine bağlıdır.

Bu konuda özellikle dikkati çeken iki tip insan vardır.

Birinci tiptekiler

  • başkalarının görüşüne gereğinden çok değer verme eğilimi gösterir, yani doğru olsun, yanlış olsun kendi görüşlerini pek önemsemezler.
  • Başkalarının değerini gözlerinde büyütür, dolayısıyla onların görüşlerini kolayca benimserler.
  • Ayık durumda telkin ve hipnoza son derece elverişli insanlardır bunlar.

İkinci gruptakiler ise

  • dışarıdan gelen her telkini kendilerine yapılmış bir aşağılama gibi görür, yalnızca kendi görüş ve düşüncelerini doğru bilir, bir başkasının önlerine çıkardıkları görüşleri horlar, bunlara kapılarını kaparlar.
  • Her iki gruptakilerin de ruhlarında bir güçsüzlük duygusu yaşar;
  • ikinci gruptakilerde başkalarından bir şey alıp benimsemeye katlanma güçsüzlüğüdür bu. Bu gruba giren kişiler arasında öylelerine rastlarız ki, başkalarıyla kolay çatışma durumuna girer ve bir başkasının telkinine gayet çabuk kapılabilirlermiş gibi bir görüşe kafalarında yer verirler; ne var ki, içlerinde böyle bir görüşü besleyip onu güçlendirmeye çalışmalarının tek amacı, telkine karşı kendilerini kapalı tutmaktır;
  • dolayısıyla, böylelerinden başka bakımdan da pek hayır çıkacak gibi değildir.

SANRILAR, İLLÜZYONLAR ve HEZEYANLAR

Not: Sanrılar (Uyanıkken rüya görmeler), yanılsamalar(illüzyon), hezeyanlar… Bunlar insanların kendi durumları habire düşünüp durmasından kaynaklanan olaylardır. Yoğun, çok yoğun düşünceler, insanlarda bu durumların oluşmasına neden oluyor.

Okumayı bitirdikten sonra bu bölümü yukarıya, yazının en başında kendi yazım olarak aldım…

Akk

--

--

Abdulkadir Kaplan
Abdulkadir Kaplan

No responses yet